Asr-ı Saadet'ten Günümüze Tasavvuf

Tasavvuf tarihi temelde üç ana döneme ayrılmaktadır. Bu dönemler sırasıyla; Zühd Dönemi, Tasavvuf Dönemi ve Tarikat Dönemidir.

Zühd Dönemi

Sözlüklerde “isteksizlik, rağbetsizlik, yüz çevirmek, terk etmek” anlamlarına gelen zühd, tasavvufî bir terim olarak dünyadan yüz çevirmek, nefsi mâsivaya (Allah Teâlâ’dan gayrıya) olan meyil ve sevgiden alıkoymak, günaha, harama, insanı Hak’tan uzaklaştırmaya vesile olacak her şeyden uzak durmak demektir. Elde mevcut olsa bile, gönülde mal mülk sevgisine meyletmemektir.

Zühd, dünyayı tamamen terkedip çalışmayı bırakmak, Allah’ın helâl kıldığı dünya nimetlerini haram kılmak değil; ahireti unutarak dünyaya esir olmamaktır. Başka bir ifadeyle, nefsin safında insana tahakküm eden maddeyi ruhun tasarrufuna geçirmek, gönül hanesini ağyardan temizleyip, muhabbetullah ile doldurmaktır. Zühd sahibi olanlara “zâhid” denilir.

Pek çok âyet-i kerime ve hadis-i şerifle zühd teşvik edilmiştir.

“Dünyanın metaı azdır. Ahiret ise Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır” (Nisâ 4/77).

“Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir” (En’âm 6/32).

“Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir (imtihan konusudur)” (Enfâl 8/28).

Zühd hayatı yaşayanların başında Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem gelmektedir. Sahâbe-i kirâm hazretleri de zühdde son derece ileriydiler. Râşid halifeler olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile ehl-i beyt, aşere-i mübeşşere (Cennetle müjdelenen on sahabi) ve genellikle muhacir ve ensarın fakirlerinden oluşan, sayıları 70 ilâ 300 arasında değişen ashab-ı suffe (radıyallahu anhum) zâhidlerin ileri gelenlerindendi.

Asr-ı saâdet’te durum böyleyken sahabe neslinin sonları ve tâbiîn neslinin başlarına doğru iç savaşlar dolayısıyla huzursuzluklar arttı, gündemdeki meselelerle zihinler karışmaya başladı. Kerbela Vakası, Hâricîler'in gaddar tutumları, Emevîler dönemindeki siyasî gelişmelerle müslümanların bir bölümü farklı noktalara savruldular. Bu arada devam eden fetihler sayesinde elde edilen ganimetler refah ve zenginliği artırdı. Emevîler ve Abbâsîler zamanında bir kısım müslümanlar arasında dünyaya sınırsız bir şekilde dalma, zevk u safa içinde hayat geçirme çoğaldı. Böylece saadet devrinde görülmeyen bir lüks ve hatta sefahat sayılabilecek bir hayat tarzı ortaya çıktı. Bu tarz, o günkü neslin hiç de alışık olmadığı bir durumdu.

Daha ziyade Hicri 2. – Miladi 8. asırda ortaya çıkan bu dünyevîleşme, siyasîleşme, bid’atların zuhuru ve dine karşı bir derece lâkaytlık, devrin zühd ve takvaya önem veren müminlerini, diğer bir ifadeyle zâhidleri incitmişti. Onlar, Hz. Peygamber ve Sahabe neslinin tertemiz, berrak akîdelerine sarılarak dünyanın yalancı yüzünden yüz çevirdiler. Kendilerini ilme, ibadete, Kur’an ve Sünnet’te üzerinde durulan derunî hayata verdiler. Zühd ve takvaya bürünerek sade bir hayat yaşadılar.

Bu devrin zâhidleri arasında Emevîleri'n devlet başkanı Ömer b. Abdülaziz (v. 101/720), büyük âlim Hasan-ı Basrî (v. 110/728), Ehl-i beyt’ten Cafer-i Sâdık (v. 148/765), âşıklardan Râbia el-Adeviyye (v. 185/801) (rahmetullahi aleyhim) gibi nice önemli simalar da vardı. Daha ziyade tâbiîn neslinin önde gelen zâhidleri farklı bölgelerde zühd mektepleri oluşturmuşlardı. Bunların başlıcaları Medine- i Münevvere, Kûfe, Basra ve Horasan mektepleridir. Hicri 1 ve 2. asırda tasavvufun özünü ve başlangıcını oluşturan işte bu zâhidlerin yaşadığı devre “zühd dönemi” adı verilmiştir.

Tasavvuf dönemi

Artık belirginleşen ve toplumda ciddi karşılık bulan zühd hayatı Hicri 200 – Miladi 815 senelerinden itibaren tasavvuf cereyanını doğurdu. Amel, ibadet, ahlâk, nefisle mücâhede ve istikametin ön plana çıktığı zühd devrinden sonra sûfîler, yaşadıkları manevi tecrübe ve birikimlerini Kur’an ve Sünnet ekseninde izah ederek kitaplar telif ettiler. Tefsircilerin yorumlarına, hadisçilerin rivayetlerine, fakihlerin ictihadlarına kendi ruhanî tecrübelerini, muhabbetlerini, şevklerini, vecdlerini, keşfî/manevi bilgilerini, Allah Teâlâ’yı sevmek, tanımak ve O’na yakınlaşmakla ilgili marifetlerini de ilave ederek farklı ekoller geliştirdiler. Sahabe ve tâbiîn devrinde olduğu gibi amel ve ibadetleri ihlâs ve marifetle birleştirerek manevi derinliği canlı bir şekilde devam ettirdiler.

Böylece fıkıh, kelâm, tefsir ve hadis âlimlerinin yaptıkları gibi, sûfîler de Kur’an ve sünnete dayanan amelleriyle, derunî/manevi tecrübelerinden çıkardıkları ictihadlarıyla ve yazdıkları eserleriyle özel konusu, hedefi, metodu ve ıstılahları olan tasavvuf ilmini sistemleştirip, müstakil bir ilim ve amel yolu haline getirdiler.

Hicri 3-4, Miladi 9-10. asır siyasî, içtimaî ve ilmî açıdan büyük önem taşımaktadır. Bu devir Bağdat ve çevresinin ilim merkezi haline geldiği, çeşitli kültürlerin İslâm coğrafyasında buluştuğu, birçok bâtıl mezhep ve cereyanların ortaya çıktığı bir devirdir. Aynı zamanda Mâtüridiyye, Eş’ariyye gibi ehl-i sünnet itikadî mezheplerin, Hanefî ve Şâfiî mezhebi gibi amelî mezheplerin, çeşitli felsefî cereyanların ve günümüze kadar gelen tasavvufun zuhur ettiği gayet hareketli bir asırdır. Bu dönemde Basra, Kûfe ve Horasan tasavvufî canlılığını sürdürürken Mısır, Nîşâbur, Şam ve özellikle Bağdat'ta büyük mutasavvıflar yetişmiştir. Nîşâbur mektebinde fütüvvet ve melâmet, Mısır mektebinde marifet ve muhabbet, Şam Mektebinde açlık ve gece ibadeti, Bağdat mektebinde tevhid ve aşk öne çıkmıştır.

Tasavvuf döneminin önde gelen sûfîleri şunlardır: Ma’rûf-i Kerhî (v. 200/815-816), Ebû Süleyman Dârânî (v. 215/830), Bişr-i Hâfî (v. 227/841), Hâris Muhâsibî (v. 243/857), Zünnûn-i Mısrî (v. 245/859), Serî es-Sakatî (v. 251/865), Ebû Hafs Haddâd (v. 260/874), Bâyezid-i Bistâmî (v. 234/848), Hamdûn Kassâr (v. 271/884), Ebû Said Harrâz (v. 277/890), Sehl-i Tüsterî (v. 283/896), Hakîm et-Tirmizî (v. 320/932), Ebü’l-Hüseyin Nûrî (v. 295/908), Cüneyd-i Bağdâdî (v. 297/909), Şiblî (v. 334/949), Kelâbâzî (v. 380/990), Ebû Tâlib Mekkî (v. 386/996), Serrâc (v. 378/988), Sülemî (v. 412/1021), Ebü'l-Hasan el-Harakânî (v. 425/1033), Ebû Said-i Ebü’l-Hayr (v. 440/1049), Kuşeyrî (v. 465/1072), Hücvîrî (v. 465/1072), Herevî (v. 481/1089), Gazzâlî (v. 505/1111) (kuddise sırruhum).

Tarikatlar Dönemi

Miladi 11. asırda yaşamış olan İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh hazretleri tasavvuf tarihimizin dönüm noktasıdır. Onun geliştirip sistemleştirdiği Sünnî tasavvuf, kendisinden sonra kurum halinde faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu yüzden Hicri 6. – Miladi 12. yüzyıldan sonraki çağlar tasavvufun tarikat şeklinde kurumsallaştığı çağlar olarak kabul edilir.

Temel bir kaide olarak “mahlûkatın nefesleri adedince Hakk’a ulaştıran yollar vardır.” Kur’an ve sünnete dayalı farklı irşad metotlarıyla insanı Allah’a ulaştıran, tekkesi, mürşidi, müridi olan bu yollara tarikat adı verilmiştir.

Bu dönemin ilk tarikat kurucularından Bağdat’ta Abdülkadir-i Geylânî (v. 561/1165) Kadiriyye; Basra’da Ahmed Rifâî (v. 578/1182) Rifâiyye; Türkistan’da Ahmed Yesevî (v. 562/1166), Yeseviye ve Mâverâünnehir’de Hâce Abdülhâlik-ı Gucdüvânî (v. 575/1179), Hâcegân tarikatını kurmuştur. Allah Teâlâ cümlesinin sırrını mukaddes kılsın. Böylece tarikat öncesi tasavvuf dönemi kapanmış, tarikat anlayışına dayanan yeni bir devir başlamıştır.

Diğer önemli tarikatlar ve kurucularından bazıları şunlardır: Kübreviyye, Necmeddin-i Kübrâ (v. 618/1221); Sühreverdiyye, Şehâbeddin Sühreverdî (v. 632/1234); Şâzeliyye, Ebü’l-Hasan Şâzelî (v. 656/1258); Ekberiyye, İbnü'l-Arabî (v. 638/1240); Mevleviyye, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (v. 672/1273); Bedeviyye, Ahmed Bedevî (v. 675/1276); Nakşibendiyye, Muhammed Bahâeddin Nakşibend (v. 791/1389); Safeviyye, Safiyyüddin-i Erdebîlî (v. 735/1334); Halvetiyye, Ömer Halvetî (v. 800/1397). Hak Teâlâ cümlesinin sırrını mukaddes kılsın.

Yukarıda isimleri anılan tarikatların çok sayıda şubesi de mevcuttur. Bunların bazıları tarih sahnesinden çekilse bile çoğunluk itibariyle günümüze kadar gelmiştir.

Tarikatların İslâm dünyasına yayılmasıyla birlikte hankah, dergâh, âsitâne, zâviye, tekke ve ribat gibi isimler alan tasavvufî kurumlar her tarafa yayılmış, zâhirî ilimler için medresenin durumu ne ise tasavvuf için de tekkenin vaziyeti o olmuştur. Tekke, özellikle İslâm’ın tebliğ ve neşrinde, edebiyat, şiir ve diğer güzel sanatların gelişmesinde, edep ve ahlâk gibi terbiye vasıtası olan bilgi dallarının ilerlemesinde ve tatbik edilmesinde önemli hizmetler ifa etmiştir.