TASAVVUF TARİHİ


Tasavvufun kaynağı ve dayanağı Kur'ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyedir. Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen murakabe, muhasebe, tevbe, inâbe (Allah'a dönme), muhabbet, tevekkül, rıza, teslimiyet, zühd, sabır, îsâr (başkasını kendisine tercih etme), sıdk (doğruluk), mücâhede, nefse ve hevâya muhalefet etmek ve diğer makam ve haller, tasavvufun konuları ve meseleleri arasındadır.

Ayrıca tasavvuf, Hazreti Ömer'in radıyallahu anh rivayet ettiği "Cibril hadisinde" zikredilen ve dinin üç esasından biri olan ihsan makamına erme yoludur. Sahâbe-i kirâm [radıyallahu anhum], Cibril hadisinde geçen ve İslâm'ın hem zâhirine hem bâtınına işaret eden hususları Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemden dinleyip kabul ettiler, onunla amel edip kendilerinden sonra gelenlere de öğrettiler.

Tâbiînin (rahmetullahi aleyhim), yani bir sonraki neslin sahâbîlerle (radıyallahu anhum) olan hali, sahâbîlerin Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ile olan hali gibiydi. Onlardan sonra gelen tebeu't-tâbiînin (rahmetullahi aleyhim) hali de böyle oldu. Günümüze kadar da böyle süregeldi.

Hicri birinci asırda İslâm'ın bâtinî yani insanın kalp âlemi ile ilgili boyutunu konu alan tasavvuf ilminin tedvin edilmesine (kaleme alınmasına) ihtiyaç duyulmadı. Çünkü bu asrın Müslümanları, Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem ile irtibatları yakın olduğu için tabiatları gereği takva ve verâ ehli, mücâhede erbabı, ibadete muhabbetle yönelen kimselerdi. Onlar, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme tabi olma hususunda birbirleriyle yarış ve rekabet içerisindeydi. Dolayısıyla onları tasavvufu başlı başına bir ilim olarak tedvin etmeye sevk edecek bir sebep yoktu. Çünkü bunu fiilen yapıyorlardı.

Onlar, Arap dilini büyüklerinden miras almış; Arapça kâideleri öğrenme ihtiyacı duymadan doğal bir kabiliyetle güzel şiirler yazabilen saf Araplar gibiydi. Böyle kimselerin Arapçanın gramerini ve belâgat ilmini öğrenmesi de gerekmezdi. Çünkü bunlar dil hatalarının ortaya çıktığı, anlatımın zayıfladığı zamanlarda gerekir. Yahut bu ilimler, Arap olmayıp Arapça'yı anlamak ve öğrenmek isteyenler için gerekli olur. Tıpkı bunun gibi Asr-i Saadet'in üzerinden zaman geçip ihtilaflar çoğalınca, kalpler mânen zayıflayınca, faziletli davranışlar, sâlih ameller azalınca, bid'atlar zuhur edip din için endişe edilmeye başlanınca Allah Teâlâ, sahih itikadi ve anlayışı korumak için kullarından bir grubu istihdam etti. Onları Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'in önderleri yaptı. Onlar, Ebü'l-Hasan el-Eş'arî ve Ebû Mansûr el-Mâtüridî ile onlara tâbi olanlardır (rahmetullahi aleyhim). Yine Hak Teâlâ, İslâm şeriatının hükümlerini muhafaza etmek için bir tâife belirledi. Onlar da dört mezhep imamı ve onlara tâbi olanlardır (rahmetullahi aleyhim).

Üçüncü bir topluluk da müminlerin manevi terbiyelerini üstlendi. Nefislerin temizlenmesi, kalplerin saflaştırılması için gerekli usulleri belirledi. Bunlar da sûfilerin imamlarıdır. Onların başında Şeyh Zünnûn-i Misri ve İmam Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sırruhümâ) gibi zatlar gelir. Bu imamların hepsi esas ve usullerini Kur'ân ve sünnetten almış, hiçbir halde Kur'ân'ın ve sünnetin dışına çıkmamışlardır. Onlar Cenab-ı Allah'a güzel kulluğun, içinde ve dışında tam ve kâmil bir mümin olmanın yollarını bizzat göstermişlerdir. Allah Teâlâ sırlarını ve makamlarını âli eylesin. 

Tasavvuf tarihi genel hatlarıyla üç dönemde ele alımaktadır. Bu dönemlerden ilki Zühd Dönemi olup Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ile başlar. sahabe, tâbiîn ve sonraki nesil olan tebeu't- tâbiînin de bulunduğu ilk iki asrı içine alarak tasavvuf dönemine kadar devam eder. İkinci dönem Tasavvuf Dönemidir. Sûfî ve tasavvuf kavramlarının kullanılmaya ve ilk sûfî adlarının duyulmaya başlandığı Hicri 2. asrın sonundan, tarikatların zuhur ettiği devre kadar olan yaklaşık üç asırlık dönemi kapsar. Tasavvuf bu dönemde müessese haline gelmiş, büyük sûfî ve mutasavvıflar bu dönemde yetişmiştir. Üçüncü dönem ise tasavvufî birer mektep olan tarikat müesseselerinin güçlü bir şekilde ortaya çıkarak sosyal hayatın bir parçası haline geldiği Hicri 6. - Miladi 12. asırdan başlayıp günümüze kadar devam eden tarikatlar dönemidir. Bu dönem, geniş bir coğrafyada sûfîler vesilesiyle yüz milyonlarca insanın İslâm’la şereflendiği, tasavvufî tefekkür ve sanatın en değerli mahsullerinin verildiği dönemdir.